1- The Economist Türkiye için “Daha zengin, daha güçlü ve daha az eğlenceli bir ülke” demiş. Siz ise son Eğlencesini Yitiren Ülke adlı bir kitap yazdınız. “Neresi sila, neresi gurbet bize, bunu da sorgulamaliyim.” diye yazdınız. Ankara’da, Londra’da, İstanbul’da yaşadınız; Irak’ta, Afganistan’da savaş muhabirliği yaptınız. Sizce bulunduğumuz coğrafya mutluluğumuzu etkiler mi? Yaşadığımız koşulları kabullenip mutlu olmayı mı öğrenmeliyiz, yoksa mutluluğu bulmak için başka yerlere mi gitmeliyiz? Sizin, “en çok burada mutlu, huzurlu hissettim,” dediğiniz bir yer var mı?
Bu söz tam olarak kime ait bilmiyorum, ama, insanın doğduğu yer bir yandan da kaderini belirliyor. Yani siz eğer Ortadoğu coğrafyasında bir yerde doğduysanız, buradaki din savaşlarının bir parçası olabiliyorsunuz; ya da sınır anlaşmazlıklarının, ya da mezhep çatışmalarının… Amerika Birleşik Devletleri’nde, Kaliforniya’da doğduğunuzda bambaşka bir hayat hikayeniz oluyor; en azından bu hayat hikayesini yaşamak için bir şansınız oluyor. Bu yüzden coğrafya bence hala çok önemli.
Dünya küreselleşiyor diyoruz, küçülüyor diyoruz; ama aslında içinde bulunduğumuz ortam, toplum, yaşadığımız ülke, insanlar, konuştuğumuz dil, çok belirleyici kaderimizin oluşmasında. Yani sadece hangi ülkede doğduğunuz değil, bu ülkenin şartları, bir yandan da yaşadığımız ortamın oksijenini alıyoruz; dolayısıyla bazı yerlerde çok daha temiz bir hava var, çok daha fazla oksijen var, bazı yerlerdeyse oksijen azalıyor, başka öncelikler ortaya çıkıyor.
Ama buna rağmen, nereye giderseniz gidin, belli bir ülkede doğduktan sonra, o kültürü, özellikle anadilini anladıktan sonra, -ki ben insanın asıl yurdunun anadili olduğunu düşünüyorum-, o anadilin konuşulduğu yeri insanın aslında en rahat ettiği ve kendi kimliğini bulduğu, yaşadığı yer olarak görüyorum. Dünyanın neresine giderseniz gidin, bunun dengini bulamıyorsunuz. Gittiğiniz yerleri, yaşadığınız ülkeleri, sokakları, yaşam biçiminizi, kendi hayat hikayenizi de taşıyorsunuz.
Bir de küreselleşmenin artık herkesi birbirine benzettirdiği, dönüştürdüğü bir dünyadayız, hani Arjantin’e Buenos Aires’e gittiğiniz zaman da aynı Coca-Cola reklamını görüyorsunuz, Avrupa’nın herhangi bir ülkesine gittiğiniz zaman da aynı marka deterjanlar karşınıza çıkıyor, daha da kötüsü, aynı hastalıklar, aynı zevkler, çok fazla birbirine benzetmeye başlıyor; o yüzden ancak Küba gibi yalıtılmış, izole bir yere gittiğiniz zaman daha farklı bir coğrafyada bulabiliyorsunuz kendinizi. Ya da hiç sizle alakası olmayan Japonya’ya gittiğiniz zaman bambaşka bir kültürün içinde buluyorsunuz kendinizi. Bunun dışında, dünya küçülüyor, farklılaşıyor, benzeşiyor, ama hala ayrı. Hele bir de buna şimdi teknolojinin getirdiği imkanlar, ulaşımın getirdiği kolaylıklar eklenince, -çünkü eskiden bir yerden bir yere ulaşmak da kolay değildi, şimdi çok fazla uçak seferi var, ucuzlamış durumda, herkese uygun bir yer var- dünya küçülüyor, ama küçüldükçe ne yazık ki de büyümüyoruz. Biz kendi dünyamızı kendi içimizde taşıyoruz.
2- Kitabınızın başında Kuzey Londra’da Türklerin yaşadığı Green Lane Caddesindeki sohbetlerinizden bahsediyorsunuz. Hepsi orada buldukları “özgürlük”lerden bahsetmiş. “Avrupa Birliği aslında bir yaşam birliğinin de simgesi. Bir standartlar manzumesi.” diyorsunuz. Bunu gazetecilik mesleğinde de görebiliyor musunuz? Londra size gazetecilik anlaminda Turkiye’de bulamadiginiz neler katti? Mesleki açıdan arada bir fark var mi?
Gazeteciliğe nereden baktığınızla alakalı. Bir ülkedeki gazetecilik standartları, sizin kalitenizi belirlemiyor. Standartlar düşükse, o kadar çok çabalıyorsunuz. İngiltere ölçeğine bakarsak, gazetecilik daha rahat yapılabilen bir yer. Türkiye de ise riskli. Türkiye, en çok gazetecinin tutuklandığı ilk 3, en çok gazetecinin öldürüldüğü ilk 5 ülkeden bir tanesi. Böyle bir ülkede gazetecilik yapmak riskli. Ama bu, kendi gazetecilik standartlarınızdan fedakarlık yapmanızı gerektirmiyor. Mehmet Ali Birand, bunun için çok iyi bir örnek.
İngiltere’ye gittiğimde, bize yıllardır normal gelen olayların aslında çok da normal olmadığını gördüm. Aslında her şey standartlarla başlıyor ve bizde o yok. Biz, çapası olmayan bir gemiyi sabit tutmaya çalışıyoruz. Ve ben tüm gazeteci arkadaşlarıma da aynı şeyi tavsiye ediyorum; hayatlarının bir bölümünde yurtdışında yaşasınlar. Bunun büyük faydası olacağını düşünüyorum.
3a- Bir tarafta dinden beslenen aşırı köktenci oluşumlar var (örneğin Işid, Al Kaida, Boko Haram), diğer tarafta korkulardan beslenen bir asiri sag var, (örneğin Pegida, Le Pen, Dallas yeni). Cihadistlerle Islamafobistler. Kimisi laikliğin, kimisi dinin gözden geçirilmesi gerektiğini söylüyor. Bir de bunların arasına sıkışmış aslında sayıları çok, ama sesleri az çıkan yığınlar var. Her iki tarafın eylemleri arasında, ve özellikle Charlie Hebdo’dan sonra, “ifade özgürlüğünü”nün geleceğini nasıl görüyorsunuz?
İki uç yok, haksızlık yapıyoruz. Dünyadaki çoğu eşitsizliğin, haksızlığın altında adaletsizlik yatıyor. Daha geniş bir persfektiften bakmalıyız. 11 Eylül’e bazıları ağlarken, bazıları parti veriyordu.
Hiçbir şey bir anda olmuyor. Her kriz bir fırsata da dönüştürülebilir. 60.000 kişinin okuduğu derginin bugün 6 milyon basılmasının arkasında ‘böylesine korkunç cinayetler’ var.
Bütün bu süreçlerin nasıl yönetildiği de önemli. İfade özgürlüğünde, Fransa çok büyük bir sınav verdi. Hem insanlar sokağa çıkarak tepkilerini gösterdi hem de devlet yöneticileri pek çok ülkeye çok ders verdi. Çifte standartı bir kenara bıraktılar, ifade özgürlüğü bakımından ele aldılar. Holland mesela ilk konuşmasını Arap Birliği’nin Konferansında yaptı. Mücadele etmeden bir şey olamıyorsunuz. Hangi ülkede olursanız olun, hiçbir hakka mücadele etmeden sahip olamıyorsunuz. Gazetecilik bunu da getiriyor beraberinde. Sadece haber yapmıyorsunuz. Yaptığınız haberleri savunmak, bazen de bedel ödemek zorundasınız. Gerçeklerin de eninde sonunda ortaya çıkma gibi bir huyu var. Burada biraz hızlı ortaya çıkıyor.
3b- Kitabınızda sormuşunuz: “Türkiye’de düşünce özgürlüğü olmamasının nedeni din mi, yoksa…?” Biz bu sorunun cevabını sizden almak isteriz.
Kuşkusuz büyük bir etken. Bakın şu anda basın özgürlüğü listesine. İslam coğrafyasından çok az yerde olması rastlantı değil herhalde. Ama tek nedeni de bu değil. Türkiye bir İslam Cumhuriyeti değil. Şu anda, şimdilik Türkiye böyle bir ülke değil, tam tersine laik bir ülke olarak tanınıyor. Ama biraz demokrasi eksikliği de var. Sadece dine yüklemekle bir şey yapamayız. Tam tersine, zamanında en çok başörtülüler çekti. Biz biraz acıları, acılarla yatıştırarak bir yerlere varmaya çalışıyoruz. Doğu toplumlarına özgü bir hesaplaşmadır gidiyor. Yine ben dönüyorum dolaşıyorum standartlara geliyorum. AB dediğimiz şey o standartlar. O standartlar olmayınca kala kala siz yüzünüzü Doğu’ya dönüyorsunuz. Oraya dönünce de gördüğünüz din oluyor. Sonra da böyle bir mazeret çıkıyor ortaya. Bundan sonrasını siz düşünün.
3c- Cumhuriyet gazetesi’nin son Charlie Hebdo sayısının içindeki 4 sayfasını Türkçeleştirerek basmasını, 2 köşe yazarının da Charlie’nin kapağını kullanmalarını doğru buluyor musunuz, yoksa içinde bulundukları toplumun duyarlılıklarına saygısızlık olarak mı görürsünüz?
Charlie Hebdo’nun bütün karikatürlerini basabilirler bence. Orada hassasiyet gösteren tek bir karikatür var, o da kapağı. Kapağını ekte basmadılar, onu da iki köşe yazarı köşelerinde kullandı. Ben kullanmazdım, biz haber merkezinde kullanmadık. Çok da dikkat ettik. Sonuçta gerçekçi olmak lazım, Türkiye’de İslam çok farklı yaşanıyor. Bazı şeyler çok kolay provoke ediliyor. Siz iyi niyetli bir adım atsanız da onun karşılığı, bambaşka bir yansıması olabiliyor. Biz buna malzeme vermemek için kullanmadık. Ben olsam kullanmazdım, onlar bunu tercih ettiler, biraz da arada kaldılar. 4 sayfalık seçki yaptıkları karikatürleri kullanmalarında hiçbir sorun yok.
4- Bastırılan eylemler, bir noktadan sonra pes mi ettirir, yoksa hırslandırıp değişimi mi tetikler? Bunu sorarken kitabınızda bahsettiğiniz bir olay ve bir cümle aklıma geliyor : “Barcelona’da kaldığım bir kaç gün içinde neredeyse her gün 3-4 eyleme rastladım. Kiminde üniversiteliler, kiminde özgürlük isteyen Katalanlar, kiminde ise kim olduğunu ve ne istediklerini anlmadığım insanlar yollarda slogan atıp yürüyorlardı. Etrafındaki birkaç polis diğer insanları göstericilerden korumak için değil göstericileri diğer insanlardan korumak için onlarla beraber yürüyordu.” diyorsunuz. Şimdi tekrar soralım – Bastirilan eylemler, bir noktadan sonra pes mi ettirir, yoksa hirslandirip degisimi mi tetikler?
Gezi olayları sırasında cevabını gördük. Bastırıla bastırıla nasıl bir basınç oluştuğunu. Ben biraz “düdüklü tencere demokrasisi” diyorum buna. Yani bir tencerenin kapağını kapatıp tamamen basınç uygulamaya başladığınız zaman, bir yerden bir hava vermezseniz, patlar. Dünyanın en güçlü metali bile patlar. Bu biraz buna benziyor. Şu anda Türkiye’de ifade özgürlüğünün sorunlu alanlarından bir tanesi de insanların protesto hakkı. Üç öğrenci, beş öğrenci, ya da işçi, doktor… sırayla dayaktan geçiyor. Gidip dört tane slogan atıyor; polis hemen gidip gaz sıkıyor. Üstelik bu demokratik bir haktır. Eğer etrafa zarar vermiyorsa, kamu düzenini engellemiyorsa olabilmeli. Ama bizde özellikle Gezi’den sonra bir paranoya başladı; dört beş kişi bir arada gidip bir eylem yapsa, engellenmeye çalışılıyor. Bence sürdürülebilir bir durum değil bu. Bir süre sonra buna karşı çıkanları da etkileyecektir. Zaten dışarıdan baktığınız zaman Türkiye’nin otokrasi olarak gözükmesinin nedeni biraz da bu eylemlere bu kadar sert çıkılması.
5- ‘’Guardian’da Martin Kettle iktidarın insanı nasıl bozduğunu sorgularken “Bir Venezüellalı olsam oyumu Chavez’e verirdim ama İngiltere’de böyle bir politikacı olsa asla desteklemezdim” diyor” diye yazmışsınız. Şu anda dünya liderlerini kıyasladığınızda, kimin devrimci, kimin diktatör, kimin halklarının ihtiyaçlarına cevap veren vatansever, kimin güçsever olduğunu bilmek zor. Obama, Putin, Netanyahu, Mousavi, Kim Jong-un, Hollande, Cameron, Erdoğan, Merkel…. Sizce liderleri halklar mı belirler, yoksa liderler halkları mı belirler?
Bence önemli olan demokrasinin nasıl işlediği, sandık mekanizması doğru çalışıyor mu? Demokrasinin işlemesi demek sandıktan çıkan insanların her söylediğinin doğru olduğu anlamına gelmiyor. Bu çoğulculuk oluyor. Eğer çoğulculukla işlemiyorsa bir süre sonra demokrasi de rafa kalkıyor anlamına geliyor. Rusya’ya bakıyoruz, belki %80i rusların putin’i destekliyor ama dünya demokrasi standartlarına baktığımızda Rusya’ya pek de demokratik bir ülke diyemeyiz. Şimdi bakın mecliste yolsuzluk soruşturmaları araştırıldı, kimse Yüce Divan’a gitmedi çünkü gerekçe olarak sandıktan yeterli oyun alındığı iddaa ediliyor. İkisi birbirinden ayrı şeyler, buna güçler ayrılığı deniyor. Bu güçler ayrılığı aslında demokrasinin belirleyen şeyi. Parlementonun işleyişi, hukuğun işleyişi aslında bu sorulara cevap veriyor. Siz dünyanın en güçlü lideri olsanız bile ülkeniz en demokratik ülke olmuyor, yani sonunda biraz tavuk mu yumurtadan yumurta mı tavuktan sorusuna geliyor.
6- “Gazetecilik” mesleğiyle ilgili olarak –
Bizler “gazeteci” deyince aslında farklı görevleri karıştırıyoruz veya basitleştiriyoruz sanki: bir haberci / muhabir (reporter) ile bir köşe yazarı (opinion editor, columnist) veya haber programı yayın yönetmeninin farklı görevleri, sorumlulukları var. Bu durumda,
a) bir habercinin / muhabirin tamamiyle tarafsız olması gerekli mi, ve fiilen mümkün mü?
Tarafsızlık teoride iyidir; fakat pratikte kolay bir şey değil. Sizin, bırakın yaptığınız haberi nasıl yaptığınız, o haberi görmemeniz bile tutum, bir tavırdır. “Ben bu haberi görmüyorum.” dediğiniz zaman da aslında taraf olmuş oluyorsunuz. Neden taraf olduğunuz çok önemli? Yani şu anda mesela Türkiye’de basının yarısı hükümetten taraf ve bunu da saklamıyorlar. Çünkü arkalarında büyük bir destek var. Bir havuzdan besleniyorlar. Öbür yan da hükümete tamamen karşı. Normal şartlarda ana akım olarak adlandırdığımız medya şu anda azınlıklıkta olan bir medya. Bence burada kimden taraf olduğunuzdan çok, neye taraf olduğunuz daha önemli. Bir evrensel adaletin mi, vicdanın mı, yoksa doğrunun mu peşindesiniz? Türkiye’de tarafsızlık mehteran takımı yürüyüşüne benziyor. Bir adım ileri, sonra iki adım geri atıyoruz. Önemli olan sizin ana akımda durabilmeniz. Önemli olan uzun soluklu bir şekilde ve özgürce haber yapabilmek. Yakın zamanda onlarca yüzlerce kaliteli gazetecinin medyadan tasfiye edildiğini gördük. Büyük bir kıyım yaşandı ve hala da yaşanıyor. Türkiye’de gazetecilik çok zordur. Bu nedenle böyle kavramların içinde olduğu bir tarafsızlık söz konusu Türkiye’de.
b) ifade özgürlüğü hangi tip gazeteciyi daha çok sınar: muhabiri mi, haber programı yayın yönetmenini mi, köşe yazarını mı?
Herkesi. Çünkü hepsinin işleri farklı. Yani köşe yazarından beklenen bir konu hakkında yorum yapması; eğer ifade özgürlüğü yoksa, hatta otosansür olarak çalıştırıyorsa bunu içinde… bu bile sakıncalı. Bir muhabir, sahaya gittiğinde, bir haberi yapması istenmiyorsa editör tarafından, ya da o otosansür çalıştırmaya başlayıp “haberi yapsam almazlar beni” dese, bu da etkiler. Bir televizyon yöneticisi, haber merkezi yöneticisi, ki bu genelde editördür; dünyanın en iyi muhabiri olsanız bile, eğer tepenizdeki editörün vizyonu sizden daha azsa, onun limitleri içinde kalmak zorunda kalıyorsunuz. Ama hepsi özünde bütün toplumu etkiler. Çünkü yapılan bir kamu işidir; kişisel bir mesele değil sonuçta, bütün bunlarda kamu yararı söz konusu. Yarı kamu yararı en azından… O yüzden bütün toplumu etkileyen bir mesele ifade özgürlüğü.
c) Türkiye’de köşe yazarlarının yazdıkları neredeyse haberlerden fazla konuşuluyor. Bu bütün dünyada böyle mi? Neden hiç bir köşe yazarına Pulitzer ödülü verilmiyor?
Bu biraz Türkiye’deki medyanın sakatlığından kaynaklanıyor. Türkiye’de şöyle bir medya düzeni var; önce muhabir asistanı, muhabir, kameraman oluyorsun. Önce bedava sonra da sigorta almadan çalışıyorsun. Sigorta yapıyorlar, muhabir oluyorsun, aldığınız para, çalışma şartlarınızla uyuşmuyor, yeterli değil. Bütün bunların ödülü olarak, eğer iyi bir muhabirseniz birkaç kitap yazdıysanız sizi köşe yazarı yapıyorlar. Çalışma standartlarınız daha iyileşiyor, çünkü rutinden çıkıyorsunuz. Daha az gazeteye gitmeniz gerekiyor, paranızı düzeltiyorlar. Size daha çok değer vermeye başlıyorlar. Bence çok sakat bir sistem. Bu da böyle bir süre sonra kendi egolarında boğulan, ne yapacağını şaşırmış, mesleğinden bıkmış, haber kaynağı olmayan, tamamen kişiselleştirmiş, yazıcak şeyi kalmamış köşe yazarlarına dönüşüyor. Dünya da böyle köşe yazarlığı yok. Köşe yazarı ol diyorlar, kafana göre her şeyi yazıyorsun. Var mı böyle bir şey? Ne bir ölçü var, ne okunurluk var. Dünyanın en kolay işi Türkiye’de köşe yazarlığı.
Herşey dolaşıyor, ekonomik ekosisteme dayanıyor. Muhabirler daha çok değer görse, para alsa, daha uzun muhabir olacaklar. Mesela ben yıllarca anchorman olmamaya çalıştım. Bence gazetecilik mesleğinin orgeneralliği muhabirliktir. Ben mesela haber merkezinde, haber kaynaklarıyla görüşüyorum, hala beslenmeye çalışıyorum. Magazin haberi yapmaktan da gocunmuyorum. Savaş, politika haberi yapmaktan da. Yani muhabirliği diri tutmaya çalışıyorum. Benim buradaki başarım, onu diri tutmaktan kaynaklanıyor.
Dünyada böyle bir durum yok. Hatta Amerika’da mesela beyaz saçlı muhabirler daha çok itibar görürler. Daha tecrübelilerdir. Beyaz Saray hakkında bir şey yazan değil de, orada muhabirlik yapan adam daha çok para kazanır. Bizde muhabirlik en alttaki halka, çok yanlış bir sistem. Değiştirmeye çalışıyoruz ama çok kolay değil. Çünkü muhabirlikteki insanlar dayanamıyor.
d) Gazeteciliğin teknoloji ile, özellikle “vatandaş gazeteciliği” / “citizen journalism” ile iyiye doğru mu evriliyor kötüye doğru mu?
İyiye doğru gidiyor. Şimdi HD kalitesinde cep telefonumuzla çekim yapıyoruz. Eskiden kurgu sistemleri çok pahalıydı, şimdi açıp iPadimde kurgu yapabiliyorum. Mesela ben Cüneyt Özdemir diye Youtube’da bir kanal kurdum. Eskiden bu kanalın reklamını yapmak için bir sürü para yatırmam gerekirdi ama şimdi sosyal medya üzerinden çok rahat bir şekilde yapılıyor. 3 milyon kişi beni Twitter’da takip ediyor, bir şeyi duyurmak istediğim zaman oradan duyuruyorum. Şimdi köşe yazarı olmama gerek bile yok. Dijital ortamda gelir dağılımı iyi olsa başka kimseye ihtiyaç duyulmaz. Benim yaptığım bir videoyu dijital ortamda 3 milyon kişi takip edebilirse ben ayda 50-60 bin lira para kazanırım. Eğer 50-60 bin lira para kazanabiliyorsam bir haber merkezi bile kurabilirim. Türkiyenin şuanki en büyük problemlerinden biri ise gazetecilerin gazetelerin veya programların sahibi olamaması. Vatandaş gazeteciliğiyle ilgili herkesin bilgi paylaşmasıyla bir bilgi kirliliği olmaz, zaten insanlar bizim konular hakkında ne dediğimize bakmak için kullanıyorlar. Gazete aslında çok demode bir şey çünkü dünkü konuştuğum ve anlattığım haberleri bugün gazetede okuyoruz. Vatandaş gazeteciliği önemli ama nasıl yaptığınız önemli. Hangi haberlerin başa konması ve editörlük iyi yapıldığında ortaya çok güzel işler çıkıyor. Vatandaş gazeteciliğinin kötü kullanımını hep beraber Gezi olaylarında gördük. Tomaların insanları ezmesi gibi çok fazla yalan haberler ortaya atıldı.
e) “Content advertising” ile gazeteciliğin reklamcılıkla çakışan noktalarının çoğaldığı söyleniyor. Katılıyor musunuz?
Bu content advertising çok kötü bir şey. Gerçi belki iyi kullanılırsa bir anlamı olabilir ama iyi kullanılmayacağı da aşikar. Bunu ilk Monocle hayatımıza soktu ve böyle tatlı tatlı haberler yapmaya başladı; sonra anladık ki Monocle bunun arkasında başka dümenler çeviriyor; çünkü Monocle diye bir dergi var ve bu derginin sahibi Londra’da bir reklam ajansı kurmuş, hem ülkelerin tanıtımını yapıyor haber olarak dergisinde, hem de ülkenin tanıtımını reklamcı olarak alıyor, parayı da ordan kazanıyor. Daha sonra bu dalga dalga yayılmaya başlıyor, özellikle dijital dünyada biraz da mecburiyetten yapılmaya başlandı.
Biz de yapıyoruz, Dipnot tablette ne yazık ki yapıyoruz ama neyse ki de yapıyoruz; çünkü biz bunun nasıl iyi kullanılacağını da gösteriyoruz. Haftalık 200 sayıdır çıkıyoruz; biz orada sponsorlara bir sayfa veriyoruz ve şöyle yapıyoruz: mimarlara yapıyoruz örneğin sadece, Türkiye’de mimarlığı konuşuyoruz. Mimarlık haberleri çok okunmuyordu eskiden ve haber olamıyordu; ancak şimdi bunlar haber olmaya ve okunmaya başlandı. İşte biraz da bu “Mimarlar Konuşuyor” sayesinde oldu.
Böylece content advertising’in nasıl iyi yapılabileceğini gösteriyoruz. Fakat örneğin; geçen gün açtım bir gazeteyi, ilan ama haber gibi koymuşlar gazetenin ortasına. Charlie Hebdo saldırısı hakkındaki bir görüş; ama hiçbir yerde ilan yazmıyor, unutmuşlar ve onu okuduğun zaman diyorsun ki “Aa işte bu gazete gitmiş onlarla söyleşi yapmış”; oysa adam reklam vermiş.
Dünyada %20’si çok iyi kullanılsa da maalesef %80’ini işte böyle paketleyip satıyorlar. Yani gazeteciliğin önündeki önemli handikaplarından biri ama her dijital yayın yapan da eninde sonunda bunu tadacaktır; çünkü başka türlü reklam alamıyorsunuz. En azından yapılırsa da bu bir reklamdır denmesi lazım. Content Advertising’i diğer reklamlardan ayıran en büyük fark bu: sen onu haber gibi okuyorsun.
7- Kanal D Canli Haberler’de anchorman olarak duygusal, esprili sunumunuz dikkat cekiyor.Öz elestiri yapiyorsunuz, kravatiniza, Spock’a benzeyen yeni sac kesimine laf edenleri soyluyorsunuz. Dogal diliniz haberleri farkli kiliyor: “Simdi cok tuhaf bir haberle karsi karsiyayiz – yakmislar arabayi sonra da kacmislar. Yanlis duymadiniz. Her haber anchorman’i bir gun bir kacak at eti haberi sunacaktir. Tabii sosyetenin yedigi yerler onemli, geriye kalanlar ne yaparsa yapsin. ” gibi cumlerle farkli bir haber sunucusu stiliniz var. Haber sunmak kendinize ozel bir program sunmaktan cok farkli olmali. 5N1K ile Canli Haber’in ne gibi farkli kaygilari oluyor? Ornegin baska kanallarin verdigi onemli bir haberi atlamak gibi bir korkunuz oluyor mu?
Biz bu arada Newsroom adli diziyi de seyrediyoruz. Sizin de oradaki anchorman gibi haber secimi ve haberi yonlendirme goreviniz var mi? “Canli Haber” icin kac kisilik bir grupsunuz (80 Saniyede Devrialem dahil)? 5N1K icin grubunuz kac kisi? Bir haberi ne kadar takip ettiginiz oluyor?
Ben News Room’u gazetecilik mesleğine küsmeye başladığım, televizyon gazeteciliğinden başka bir şey mi yapsam dediğim dönemde seyretmeye başladım ve bana müthiş ilham verdi. Çok gerçekçi bir dizi, biraz Amerikan standartlarında ama…
Ben çok daha aktifim burada. Yazılan her haberin kaç satırı olduğundan, muhabirin ne diyeceğine, herşey %100 benim sorumluluğumda, ve emin olun Newsroom’dan çok daha maceralı bir hayatımız var bizim. En azından adamı en fazla hapse attılar, bizi vuracaklar…
‘’Canlı Haber’’de şöyle bir döngü var. Saat onda ben geliyorum. Önce muhabirler ve kameramanlarla bir saat toplanıyoruz; o gün hangi haberleri yapıyoruz konuşuyoruz. Sonra onbirde bu sefer editörlerle toplanıyoruz. Haber müdürü, ben, dış haberler müdürü, yurt haberler müdürü, Ankara büroya bağlanıyoruz, canlı, yapımcı geliyor, yönetmenler geliyor; ve herkes kendi görevini söylüyor. Ankara’da şu vardı, yurtta şu oldu, İstanbul’da bu oldu, falan diye…
Sonra ‘bu haberleri nasıl farklılaştırırız’a bakıyoruz. Mesela bugün ben dedim ki, “ya şu İsviçre saatleri neden bu kadar pahalıymış; bir haber yapalım.” “Ama,” dedim “hiç bir şey koymayalım, sadece ‘İsviçre saatleri neden bu kadar pahalı?’ diyelim.” Ara sıra böyle şeyler yapıyoruz, ama çok sık da yapamıyoruz.
Biraz ben de sıkılıyorum açıkçası bu şekilde. Yani, alışkanlıklar var; onları değiştirmeye çalışıyoruz. Ben ilk geldiğimde sürekli trafik kazası haberi yapılıyordu. Mesela “Erkek Terörü” diye bir haber vardı. O buna vurdu, bu buna vurdu, o bunu öldürdü… üçüncü sayfa haberleri. Ben geldiğimde ilk yaptığım şey “bundan sonra haberleri bu şekilde vermiyoruz,” demek oldu. Hiç değilse neden-sonuç ilişkisiyle verelim. Böyle bir şey var, bu adamın da hikayesi bu, sonunda da bu adamın başına bu geldi. Çünkü öbür türlü bence bu şiddeti teşvik eden bir şeye dönüyor. Toplum, şiddeti normalleştirmeye başlıyor. “Kıskanmış, normaldir,” demeye başlıyorlar. Bir dakika, niye ölmüş? Onu bir araştıralım. Ya da hiç görmeyelim; yani böyle sürekli kazaları görmek zorunda değiliz.
Canlı yoruma gelince, “her şeyde yorum da yapmalı mıyım, yapmamalı mıyım,” diye düşünüyorum. Biraz orada kafam net değil. Orada biraz çünkü benim sesim, kamunun sesi. Benim kendi iç sesim değil. 5N1K’da biraz daha açabiliyoruz o aralığı; çünkü seyirci kitlesi biraz daha eğitimli, daha farklı, AB dediğimiz, daha eğitimli, daha farklı meseleler var… Canlı Haber’de öyle değil ki. Ben gözümde canlandırıyorum, altı yaşındaki çocuk yemek yiyor; oturmuşlar bir tane yemek sofrasına, açmışlar televizyonu, baba gelmiş işten. Arasında zengini de var fakiri de var. İlk okul öğrencisi de var, üniversite öğrencisi de var. Hepsi beni izliyorlar. Bir espri yapıyorsunuz, anlamıyorlar, veya bir kısmı anlamıyor, yanlış anlıyor… Çok daha dikkatli olmam gerekiyor. Kitle olarak da, 5N1K’da, tematik bir kanalda, Prime Time’da sizi izleyen kişi sayısı iki yüz elli bin kişidir en fazla. Burada en az iki buçuk milyon kişiyi görüyoruz. Bu bir baskı yaratıyor üzerimizde. 5N1K ile ilgili tek problem şu: çok geç yayımlanıyor. Yayın saati biraz daha akşam 11, 11.30’larda olsa, ben çok seyredileceğine inanıyorum. Çünkü içeriği değiştirdik. 5N1K stüdyo programıydı, şimdi daha dosya ve daha yabancı, yurt dışından yayın yapıyoruz.
Canlı Haber ile 5N1K iki farklı evren aslında; birisinde biraz daha bir haftayı görüyoruz, diğerinde daha o günü görüyoruz, o anı görüyoruz. Biraz da ben içerik katmaya çalışıyorum.
8- Tiyatroculara ilk felsefe okuyun diyorlar. Siz iletisim mezunusunuz. Oğlunuz Mavi simdi son sinif lise ogrencisi olsa ve gazeteci olmak istiyorum dese, ne okumasini tavsiye ederdiniz?
Ben olma derim. Mimar ol derim, tasarımcı ol derim, ama gazeteci olacağım diye çok iddaalıysa ve çok istiyorsa olur derim. Aslında iletişim fakülteleri o kadar kötü değil. İlk iki yıl genel kültür okutuluyor. Yani bir konuya yoğunlaşmasını istemezdim çünkü çok fazla konuya yoğunlaşmak ve geniş bir perspektiften bakmak çok önemli. Ben mesela eskiden günde 15 gazete okurdum şimdi azalttım ama her yerini okuyorum, sadece bir konuyu değil. Örneğin Twitter’da sadece yakın çevreni ve desteklediğin birini takip etmek değil de karşı olduğunu takip etmek de önemli. Mümkün olduğu kadar geniş bir perspektif gerekli.
9 – “Günümüz şov dünyasında şans ya da yetenek, arka planda altyapı ve vizyon olmayınca pek bir şey ifade etmiyor” cümlenizi aramızda tartıştık ve katılmadığımızı düşündük. Bugün pazarlama eseri olan bir çok şarkıcı çok başarılı, çok para kazanıyor. İnsanın kendini pazarlaması ne kadar önemlidir?
Ben buna katılmıyorum bugün mesela Türkiye’deki herhangi bir sanatçı için düşünelim. Bir çok sanatçının menajeri ya kardeşi ya ağabeyi ya babası ya amcası yani tamamen akraba ilişkisine dayalı. Şahan kardeşiyle film çekiyor, Cem Yılmaz’ın menajeri ağabeyi, Beyaz’ın menajeri kardeşi… Mesela İngiltere’de One Direction diye bir grup var, onları onlar yapan bir yapımcıdır, ama adam bir talent agent’tır. Britney Spears, Micheal Jackson, Justin Timberlake, hepsi tamamen yapımcı projesidir. Şimdi Türkiye’de kaç tane yapımcı var ki bunu yapabilecek? Türkiye’de bir sürü yarışma var, “O Ses Türkiye” vs, nerede şimdi o kazananlar? Başarıyı şöyle görmeyin: Bir günlük başarı çok önemli değil, 15 dakikada star olmak önemli değil, bir haftalık, bir aylık, bir yıllık başarı da önemli değil, 10 yıllık başarı, 20 yıllık başarı bunlar önemlidir. Emek harcamak, çalışmak çabalamak çok önemli. En büyük sanatçı, belediyelere şurada konser vermesin, aç gezer. Nasıl geçiniyorlar sanıyorsunuz? O yüzden Gezi’de korktular hepsi belediyeler bize iş vermeyecek diye.
10- Gazeteciliğinizin yanında yazarsınız da. Yaklaşık 11 kitabınız var. Aynı zamanda sinema meraklısı olduğunuz yazılmış. Şu anda gençler arasında filmi olan kitapları okumak çok moda. Satış rekorları kırıyorlar. Kitap okunulurluğunun düşük olduğu ülkemizde, örneğin Mahsun Kırmızıgül’ün Mucize’si kitap olarak çıksa ne düşünürsünüz?
Ben seyretmedim ama bugün tartıştık. Birkaç arkadaşım filme gitmiş, beğenmemişler. Ben nasıl Mucize’ye gittiklerini sorguluyordum. Belki kitap olarak satsa çok satar ama çok satmak nedir yani değerli kılan bir şey mi? Benim için bir şeyin çok seyrediliyor olması elbette bir şeyin göstergesi, ama onun çok seyrediliyor olması onu değerli kılan bir şey değil. Ben Nuri Bilge Ceylan’ın filmini on kat tercih ederim Mahsun Kırmızıgül’ünkine ama bu Mahsun’u da değersizleştirmez; o da farklı bir kanalda farklı bir amaçla yürüyor. Kitap okuma meselesine gelince, kitap okumamadan daha tehlikeli bir şey var o da insanların algıları çok kısa dönem çalışmaya başladı. Sosyal medya, akıllı telefonlar mahvetti insanları, kimse artık konsantre olamıyor birisine, kendisine yaşadığı alana. Bu yüzden kitap bunlardan bir tanesi. Ona bakarsan Nuh’un Gemisi’ne gittim, fırtına kopuyor, insanlar ölecek, orada biri kız arkadaşına mesaj atıyor “Ne haber ya, ne yapıyorsun?”. Bütün sinema korkuyor, dünyanın sonu gelmiş, çocuk mesaj atıyor sevgilisine. Şimdi böyle bir konsantrasyona sen nasıl kitap okutacaksın? Dünyanın en iyi kitabını getir, okutamazsın. Asıl tehlike, dönüşüm o. Yani, bir ara-geçişteyiz o yüzden artık o bildiğimiz kitap kitap değil; o bildiğimiz video video değil. Örneğin; biz bir belgesel çekiyorduk, 5 yıl önce, ilk yıl 40 dk çekip televizyonda yayınlıyorduk. Sonra bir araştırma yaptık çok uzun geldi, 30 dakikaya indirdik, sonra sosyal medyaya çıkardık, youtube’da yayınladık 7 dakikaya indirdik, şimdi 4 dakika. Artık bence yeni kitap içerisinde video olacak, yazı olacak, yepyeni bir şey olacak. Ben aynı zamanda girişimciyim, özel gazete çıkarmayı teklif ettim, her gün spordan modaya farklı yazılar yayınlayalım ve kişilerin ilgi alanlarına göre bu yazıları karşılarına çıkaralım dedim. Ama burada bunu anlayacak adam yok, düşünsenize mesela bir fikir var, biz kişiye özel gazete çıkarmaya çalışıyoruz. Yani demek istediğim bazen ileriden gitmek de iyi bir şey değilmiş onu gördüm. Bir şeyi o ülkeye göre çok erken yapınca olmuyor. Ama tabii biz çabalamaya devam ediyoruz, umudumuzu kaybetmiyoruz, sistemin bizi yenmesine izin vermiyoruz, o önemli.
11- Her yanı denizlerle çevrili Türkiye’de, denizi olmayan bir şehirde doğdunuz, büyüdünüz ama dalış, surf, yelken ve denizciliğe meraklısınız. Bu merak nasıl başladı? İlginç, komik bir anınız var mı?
Ben amatör kaptanım aslında. Bir ara teknem de vardı, öğrendim bayağı. Kaşta dalışı öğrenmiştim. O sırada sörf biliyordum. Sörf de fena değildi. Bir yere gidince ben orayı oturalım şezlongda yatalım olarak görmüyorum. Sadece denize bakmak yetmiyor, denizi yaşamak da gerekiyor. İleride param olursa tekne almak isterim, şu anda yok ama o kadar J Bayağı hayaller kurdum milli piyangoda. İnsanların hobilerinin olması gerek. Gazetecilik renkli bir meslek ama ne yaparsanız yapın, insanların farlı hobilerinin olması kişiyi zenginleştiren bir şey.
12 – İleride politikaya girmeyi düşünür müsünüz?
Niye gireyim ki? Bir gazetecinin bir politikacıdan bence çok falza yapabileceği imkanları var. Politikacı bir noktada tıkanıyor ama gazetecilik öyle değil.